Üretim Kavramsallaştırması ve Sosyolojinin Sınırlılıkları üstüne birkaç not

Standard

Sosyololojinin sınırlılıkları üstüne kapsamlı bir yazı kaleme almak boyumu aşan bir iş olsada bu meselenin sadece seçilmiş bir boyutuna açıklık getirmeye çalışacağım. Böyle bir yazıyı yazmama sebep olan olay ise 1970 ve 80li yılların meşhur kapitalist devlet tartışmaları. Bu tartışmalarda önemli bir yer tutan Simon Clarke’ın birkaç makalesini okuduğumda sosyolojinin sınırlılıklarıyla ilgili bazı önemli noktaları tartışmaya açtığını farkettim. Sonra yine Praksis dergisi çevresinde Cihan Tuğal’ın “Pasif-Devrim” başlıklı İslami hareketin dönüşümünü konu alan kitabına yöneltilen bazı eleştirilerin bu çalışmayı sosyolojinin sınırlılıklarıyla malul bir çalışma olarak teşhis ettiklerini gördüm. Bunların yanında bizim grup içinde yaptığımız okumalarda Antonio Negri&Michael Hardt’ın yaklaşımlarını da bu yazının problematiği içinde yeniden değerlendirmek gerektiğini düşündüm. Çünkü onların geliştirdiği teorik çerçevenin aşağıda anlatmaya çalışacağım sosyolojik perspektifin sınırlılıklarına meydan okuyabileceğini düşünüyorum. Bu arada bu paragraf içinde adı geçen düşünürlerin bir sosyoloji teorisi kanonu içinde yer almayışları da düşünmeye değer.

Tartışmaya giriş yapmayı sağlayacak tematik eksen üretimin kavramsallaştırılması sorunuyla ilişkilidir. Simon Clarke’a göre burjuva sosyolojisinin(ve bazı Marksist girişimlerin dahi) en temel sorunlarından bir tanesi, üretimi kavramsallaştırırken içine düştüğü teknik-ekonomik bakış açısıdır. Sosyolojik yaklaşımlar üretim kavramını çoğunlukla fabrika içi bir emek sürecinin sınırları içine hapsederek bu süreci emeğin teknik örgütlenme ilişkilerinin bir yansıması olarak değerlendirmişlerdir. Üretim kavramını ekonomik-teknik bir alanın içerisine hapsettikten sonra toplumsal ilişkiler alanının yerleşkesi olarak üretim-dışı alanların dinamiklerinin kavramsallaştırılması gibi teorik-empirik sorunlarla uğraşılmıştır. Toplumsal ilişkilerin ve mücadelelerin üretim-dışı alanlarda(dağıtım, bölüşüm, tüketim) boy verdiği ileri sürülmüştür. Bu alanlardaki aktörler arası etkileşimler, mücadeleler sosyolojik araştırmaların bir dolu konusunu oluşturmuştur. Mesela tüketim alanı üstüne yazılan onlarca makale ve kitabı düşünün. Yine bu minvalde ideoloji ve kültür alanı konusunda üretilen çalışmaları düşünün. Biriken devasa bir sosyoloji hazinesi var. Yukarıda bahsi geçen dar ve teknik üretim kavramsallaştırması olarak belirlenen soruna ilişkin önerilecek tavsiyeler konusunda şu noktaya dikkat çekmek isterim. Sorun, üretim-dışı alanları dar anlamda “üretim” alanıyla ilişkili bir şekilde düşünme gereğini vurgulamakla çözülebilecek bir sorun değildir. Araştırmaların fazlasıyla kültür, tüketim, ideoloji, söylem alanına kaydığına işaret edip sınıf ve “üretim” sorunlarının da en az bu alanlar kadar önemli bir konu olduğunu hatırlatmakla da çözülebilecek bir sorun değildir.

Sorunun özü başta işaret ettiğimiz üretimin kavramsallaştırılma biçimi ve bu biçimden türeilen toplum kavrayışıyla ilişkilidir.
Üretim kavramsallaştırmasını teknik-ekonomik bir algılamanın ve fabrikadaki emek sürecinin ötesine taşıyabilmek için üretimi toplumsal bir kategori olarak kavramak gerekiyor. Aslında Clarke’a göre Marx’ın sermaye ilişkileri analizine içkin olan mantık tam da böyle bir mantık. Özellikle sermayenin genişleyen yeniden üretimi analizi bu içkin mantığı çerçeveliyor. Üretim bir kez toplumsal bir kategori olarak kavrandıktan sonra kapitalist sömürü tarzını da toplumsal uzamın farklı veçhelerini ele geçiren ve üreten farklı biçimleriyle bütünlüklü bir biçimde kavramanın önü açılabiliyor. Yani farklı sömürü tarzlarına sermayenin üretim ilişkilerinin bütünlüğü içinde bakabilmenin imkanları aralanıyor. Bu noktada Simon Clarke’tan biraz uzunca bir alıntıyı paylaşmak istiyorum:

Üretim ilişkileri, basitçe emek sürecinde dair ilişkiler değildir; fakat değerlenme süreci tarafından kurulan, toplumsal üretim sürecinin (bunun gelişimi değer yasasına tabiidir) bütününe dair ilişkilerdir. Üretim ilişkileri toplumdan bağımsız değildir, “bir bütün olarak üretim ilişkileri toplumsal ilişkileri, toplumu ve özellikle de tarihsel gelişmenin belirli bir aşamasındaki toplumu kurar (Marx). Dolayısıyla çözümlemenin çıkış noktası olarak üretim ilişkilerini almak indirgemeciliğe kapı açmaz, zira üretim ilişkileri zaten toplumsaldır. Toplumsal ilişkilerin üretim ilişkileri olarak belirlenmesi, son kertede, maddi üretimin işlevsel gerekliliklerinin güdümlediği soyut bir belirlenim değildir; bu, daha çok, egemen üretim ilişkisi altında bütün toplumsal ilişkilerin, kapsamında yer aldığı ve dolayısıyla bu ilişkinin gelişmiş biçimleri olarak belirlendiği özgül ve belirli bir tarihsel süreçtir. Bu sürecin temelini üretimin, kendisini, kullanım değeri üretimi ve toplumsal ilişkilerin üretimi olarak çelişkin bir zemine oturtması oluşturur. Kapitalist üretim tarzında ürünlerin içerisinde üretildiği, dağıtıldığı, dolaşıma sokulduğu ve tüketildiği toplumsal ilişkiler, sermayenin öz-genişleme sürecinin uğrakları olarak değer üretimine tabi durumdadır. Bu ilişkiler, içerisinde kullanım değerleri üretiminin gerçekleştiği toplumsal çerçeve olarak üretimin karşısına dikilmez; bunlar, daha çok, değerlenme süreci olan toplumsal üretim sürecinin uğraklarıdır; hem toplum içinde yapılan, hem de toplumun üretilmesidir. (Clarke, Devlet Tartışmaları)

Üretim ilişkileri ve toplum kategorisi arasındaki kavramsal ilişki bir kez böyle kurulabilirse, bu bütünsel algı penceresi aralanabilirse Negri ve Hardt’ın bir “fabrika olarak toplum” metaforunu daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyorum. Onlar “İmparatorluk” kitabının teorik çerçevesini iki adımda şekillendirmişlerdi. Birinci adım olarak üretim ve yeniden-üretim alanlarının birbirinden ayrı alanlarmış gibi düşünülmesine karşı çıkmışlardı. Merkezde konumlanan bir üretim alanı ile ona dışsal yeniden-üretim aygıtlarından oluşan bir toplumsal formasyon kavramsallaştırmasını yeterli bulmuyorlardı. Böyle bir merkezci toplum anatomisi yerine yatay bir toplum anatomisi tahayyülü geliştirmeyi öneriyorlardı. Öte yandan ikinci bir adım olarak Foucault’nun analiziyle el geçirdiği kurumlara yayılan iktidar teknolojilerinin son analizde yapısal-işlevselci paradigmanın sınırlarını aşamadığına işaret ediyorlardı. Yapısal-işlevselci paradigmanın açmazlarını geride bırakmanın bir yolu olarak kendi analizlerinin ontolojik tözünü ileri sürmeye kalkıştıklarında emek ve üretim kategorileriyle karşılaşıyorduk. Ama artık buradaki üretim kavramının yukarıda değindiğimiz dar anlamdaki bir üretim kavramıyla bir ilişkisi yoktu. Toplumu bütün veçheleriyle üreten bir geniş üretim kavramsallaştırmasına kapı aralanıyordu. Zaten bu sayede analizlerinin siyasal içerimleri sosyal-demokrat bölüşüm adaleti ve tüketim alanındaki fırsat eşitliği gibi konularla sınırlı kalmıyordu.

Bu tartışmanın beni getirdiği önemli noktalardan bir tanesi şu oldu. Bütünlüklü bir analiz yapmaya elverişli bir kavramsal ilişki seti önermenin bazı durumlarda metodolojik katılık veya sekterlik suçlamalarına muhattap olmayı zorunlu kıldığını görüyorum. Esasında bu suçlamayı tarihsel gerçeklik karşısında ona uygun esnek ve ilişkisel bir metodolojiyi savunma argümanıyla karşılayabiliyorum. Bu esnekliğin ve ilişkiselliğin yitirildiği bir metodolojik tutum gerçekten sözü edilen katılık ve sekterlikleri üretebiliyor. Fakat buna karşı üretilen alternatiflerin de çoğunlukla  eklektizm tuzağına düşme ihitmalleri ortaya çıkıyor. Bu yüzden katı bir dogmatizmden eklektizme savrulmanın önüne geçebilmek için esnek, ilişkisel ve bütünlüklü bir metodolojik yaklaşım geliştirmeye çalışmak her daim meşru bir çabadır bence.

 

Leave a comment